19 Haziran 2014 Perşembe

''Çok Geç Diye Bir Zaman Yoktur''

Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi... Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki,yumuşak bir el omzuma dokundu... Döndüm... Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu... "Ben Rose" dedi.. "Benim adım Rose, yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.." Güldüm... "Tabii" dedim... "Hadi sarıl bana..." Öyle sımsıkı sarıldı ki... "Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım.. Minik bir kahkaha ile yanıtladı:
"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."
Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık... Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.
Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu. Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu...
Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u... Konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok...
Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...
"Ne kadar beceriksizim, değil mi?... Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..."
Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:
"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz... Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Hergün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...
Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbirşey yapmadan, hiçbirşey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır. Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak birşeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.
Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbirşey yapmayanlardır..."
Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi...
Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.
"Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...
Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:
"Çok Geç Diye Bir Zaman Yoktur"
her zaman bir rüyanız ve onu gerçekleştirebilecek ruhunuzun olması dileği ile



28 Mayıs 2014 Çarşamba

günaydın...







Gün Aydınnn...
Her yeni gün, yeni bir başlangıçtır... 
Her AN, her türlü yaratım potansiyelini içinde barındırır...
Nefes alın, verirken mutlulukla gülümseyin... 
Sevgilerimle...

27 Mayıs 2014 Salı

BENDE DELİYİM:))




Deli kadınlar dümdüz kadınlardır.
Hileye hurdaya ihtiyaç duymazlar. 
Sizden bir şey istediğinde hiçbir ayak oyununa ya da hesaplamaya gerek duymadan ister….!
Bir şeyi reddettiğinde de bunu yine aynı düzlükte reddeder.
Öldür Allah ikna edemezsiniz..!
Çünkü sizin dünyanızın gücü onu ikna etmeye yetmez..!
Dedik ya; zaman mutlaka deli kadını haklı çıkaracaktır.
Para, pul, kariyer, kimlik, ulus, sınır…, ev, mal, mülk vs. ile asla işi olmaz……!
Bu açıdan ulussuzdurlar onları dünyanın neresinde görürseniz görün şıp diye tanırsınız.
Çünkü ne kahkahaları tutsak, ne gözyaşları sınırlı, ne arzuları mahpus, ne öfkeleri prangalıdır.
Bu duygu durumlarından herhangi birini herhangi bir mekanda, kişi sayısı fark etmeksizin tak diye önünüze koyarlar…
Sevecekse orta yerde sevecektir her şeyin içinde herkesin içinde sizi, dövüşecekse de yine orta yerde…..!
DELİ KADINLAR GÜZEL SEVERLER BENDE DELİYİM...

9 Mayıs 2014 Cuma

yağmur


En çok yağmuru severim ben.
Yağmur darılmaz mesela; 
ne üstüne basana, nede şemsiye açana.
Ve herkese eşit yağar.




29 Ocak 2014 Çarşamba

ne güzel anlatmış


İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.
*
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.
*
25'inde ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
*
30'unda muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları, "Hakkımı yediler" sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
*
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları...
40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor.
*
45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. "Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...
*
Genellenemez tabii; bunlar benim yaşlarım.
Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım.

Can DÜNDAR