26 Ocak 2012 Perşembe

BİLEMEZSİN!!

Bilemezsin,
Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı.
Hiçbir şey içime sinmedi.
Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var.
Ya da okyanusa su.
Düşündüğüm her şey
Doğu'ya baharat götürmek gibiydi.
Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,
Çünkü Sen zaten bunlara sahipsin.
O yüzden Sana bir ayna getirdim.
Kendine bak ve beni hatırla. 
 Hz. Mevlana

22 Ocak 2012 Pazar

DİZİMDEKİ YARA İZLERİ...

yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar...
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış. bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa, uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış. herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş. o zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş. onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları. bilmezlermiş hamburgeri, mtv'yi, interneti, cep telefonunu, tetrisi,nintendoyu bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri keşfetmeyi. bilirlermiş horoz sekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları. eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı. bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, ayni kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş, kaybedince kapişi, teksas'ı, tommiks'i, konyakçi'nin dişlerini ,iç içe konan naylon topları, taştan kale direklerini. üç korner bir penaltıyı. üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını... otobüsteki biletçinin lastik silgi sarili kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı... evlerin arkasındaki odun kömür depolarını. yakar topun yakışını. mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-ödleği. kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtiözlügünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paraları... açık hava sinemalarını, frigo-buzu...



sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok işler açmış. daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köseyi dönme, adamını bulma, mali götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatın yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmış.
çocukları mı? çocukları simdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar. anneleri babaları onları çok seviyor. beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. hafta sonları hep beraber karum ya da galleria'dalar. okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor. çocuklar trafik kaygısıyla köşedeki markete dahi gönderilmiyor. babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar. seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar. hayata açılan pencereleri; windows 95, 98... onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor... ve şehrin dışında ağaçlar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor. paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları... hiç sopa yememiş,ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış,dizlerinde yara kabukları olmamış çocukları...

Can Yücel

18 Ocak 2012 Çarşamba

"Takılmış düşümün peşine yürürüm.
Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
Kilometrelerle umut, tonlarla keder,
Taradığım saçlar, sıktığım eller,
Bir düşümle ayrılmadık."

 Nazım Hikmet Ran


14 Ocak 2012 Cumartesi

ATATÜRK'Ü SİLEMEZSİNİZ


Atatork'ü silemezsiniz...
onu silmek istiyorsunuz...
Ama onsuz olmaz...
Marşları dahi olmadan,hadi kırmızı halıda yürüyünde görelim...
Farkındayız aslında...
Sıra Atatürk'te...
Onun kurumlarını yıktıktan,eserlerini sattıktan,miraslarını dağıttıktan,aydınlarını susturduktan sonra...
Sıra onda...
çünkü,ondan korkuyorsunuz...
Anadolu’da girdiğiniz kahvehanelerin duvarında çerçeveli karşınıza çıkıyor...
Okulların önünden geçerken, pencerelerden onun şarkılarını duyuyorsunuz...
“Resim çiz” diyorsunuz çocuklara, size Atatürk’ü çizip getiriyorlar...
Çağdaş kadınların boynundaki eşarp, köylünün başındaki şapka odur.
Karşısına Suudi parası ile koca cami diktiniz ama nereden baksanız anıt kabrini görüyorsunuz...
Takvimin her sayfasında o var...
1881’den başlıyor...
Cebe indirdiğiniz paraya baktığınızda dahi; orada gülüyor size...
Onu silmek istiyorsunuz...
Çünkü o hâlâ en büyük engel...
Onun ulusuna çağrıları hâlâ sürüyor ve sizden çok onu dinliyor bu ülkenin henüz aklını yitirmemiş olanları...
Onun modern devlet, çağdaş ülke anlayışı üzerinde, sizin ilkel ortaçağ tasarımlarınız asla durmaz...
Ancak onu silebilirseniz belki ...
Onu silmek için dahi ona gereksiniminiz var...
Onun bıraktığı bağımsızlığa, onun egemenlik sınırlarına, onun hâkimiyet anlayışına, onun temel yasalarına...
Onun makamına...
Onun koltuğuna...
Onun size sağladığı özgürlüğe...
Onu silmek istiyorsunuz...
Başka işiniz mi yok “Dersim katliamı” diye televizyonlarda, gazetelerde, kürsülerde bir adım daha, onu “katil” gibi göstermek çabanız?..
Daha dün işlenen suçlar, hainlikler, ihanetler, kıyımlar, cinayetler, korku örtülerinin altında gizlenirken...
Ne yapalım...
Ancak onu bu ulusun kalbinden silebilirseniz, başarabileceğinizi düşünüyorsunuz...
Bunun için saldırıyorsunuz...
Hırsla, kinle, nefretle...
Ama onu yüreklerimizden silemezsiniz...
(alıntıdır)

13 Ocak 2012 Cuma

BULUŞMAK ÜZERE



Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
CAN YÜCEL

11 Ocak 2012 Çarşamba

Bazen
dayanmaktır sevmek;
hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek...
Bazen
yaşamaktır sevmek;
soluksuz ciğer gibi, sevgisiz kalbin duracağını bilmek...
Bazen
ağırdır sevmek;
sevdiğine layık olabilmek...
Bazen
hayattır sevmek;
birini çok uzaktayken bile,yüreğinde taşıyabilmek...

ÖZDEMİR ASAF

BİZE ÇIKARMI DERSİNİZ:)

ağva hep merak ettiğim bir yer.senelerdir hep gitmek isteyipte bir türlü denk getiremediğimiz bir yer.ben diyorum kiiii : belki bu çekiliş bana çıkar bende o güzel cocayı alıp orada güzel bir gün geçiririm ne dersiniz olmazmı? olur olur:)))olmalııı:))http://girls-on-blog.blogspot.com/2012/01/beyaz-agvadan-hediye.html hemen tıklıyoruz hemen:))

6 Ocak 2012 Cuma

SABAH YÜZÜMDE BELİREN TEBESSÜM:)))

Bu sabah mail kutumu açtığımda çok sevdiğim bir dostumdan aldığım bir maili sizlerle paylaşmak istedim.Yüzümde kocaman bir tebessümle okudum:))))Hiç yorum yapmadan yayınlamak istiyorum...Ömercimmm sana çok teşekkür ediyorum:)

Sevgili Müftü,
Ben, Noel Baba…
Sana bu satırları yazma ihtiyacı duydum çünkü bazı gerçekleri açıklamam gerekiyor.
Sanıyorum sen benim gerçekten geyiklerle gökyüzünde uçtuğuma, geceleri bacalardan içeri girdiğime inanıyorsun.
Seni üzmek istemem ama bunların hepsi çocuklar için uydurulmuş hikayeler.
Farkındaysan, koca göbeğimle değil bacadan, kapıdan bile girmek benim için imkansız gibi bir şey.
Bacadan girdiğimi ve geyikle uçtuğumu uydurmak zorundaydım, yoksa kaslı vücuduyla tayt giyen Süpermen’in karşısında iç donu gibi görünen kırmızı pantolonumla ne kadar etkileyici olabilirdim ki?
O yüzden geceleri herkes uyurken bacadan girdiğim ve hediyeler bıraktığım şeklinde bir hikaye uydurdum.
Gizem, macera, merak, sürpriz… Hangi çocuk buna direnebilirdi?
Ve buna da bugüne kadar senin dışında sadece çocuklar inanmıştı.
Hatta itiraf etmeliyim ki, çocukların arasında bile inanmayan vardı.
O nedenle açıkçası ilk defa ve de şaşkınlıkla bir yetişkine mektup yazıyorum.
Bunu duymaya hazır mısın bilmiyorum, ama ben aslında yokum…

Sana yazıyorum çünkü bacadan girdiğim için adam olmadığımı çevreye yayarsan, bir gün Pamuk Prensese de yedi tane cüceyle yaşadığı için “aşüfte” diyebilirsin.
Ya da gece on ikide arabası balkabağına dönüşen Külkedisi’ne “ötv çok geliyorsa, fiat’a binseydin” diye kızabilirsin.
Aramızda kalsın ama yalan söylediği için kimsenin burnu da uzamıyor bilesin.
Bremen Mızıkacıları gerçekte var olsalardı çoktan Yeteneksizsiniz’e katılıp ünlü olma peşine düşerlerdi.
Sen de bilirsin ki gerçek hikayelerde yaz kış çalışan karıncalar değil, yüksek mevkilerde tanıdıkları olan Ağustos Böcekleri kazanır.
Öpünce prense dönen bir kurbağa hiç var mıdır acaba diye çevrendeki kadınlara sor istersen; eminim siğillerine bakarak iç çekeceklerdir
.
Yani işin özü, yetişkinlerin çocukları eğlendirmek onlara ya da öğüt vermek için uydurduğu karakterleriz hepimiz.
Tamamen zararsızız…
Korkacak bir şey yok…
O nedenle rica ederim en azından çocukların hayal dünyasını rahat bırak/bırakın, nasıl olsa yakında büyüyüp tüm gerçeklerle yüzleşecekler.
Ve o zaman sığınacakları bir masal kahramanı da olmayacak…

İmza:
Noel Baba
Not: Bütün yıl iyi bir müftü olduysan, bana mektup yazıp ne hediye istediğini söyle. Merak etme, kapıdan kovsan bacadan girerim…